İnsan kendi içine korku tohumlarını ne zaman ektiğini fark edemiyor.
Yüksek ihtimalle çocukken ekiyoruz bu tohumları. Anne babamızdan gördüğümüz bir şeyleri, hayatın kuralı sanıyoruz. O tohumla büyüyoruz.
Olaylar oluyor zaman içinde.
Tohumları sulayıveriyoruz. Büyüyor, filizleniyor tohum.
Kaktüs bitkisi gibi, ne zaman dokunsak bir yerimiz acıyor sonra.
Korku acı veriyor diye not almışım bir yoga eğitmenlik eğitimi esnasında.
Neden, hangi konudan oraya gelmişiz hatırlayamıyorum.
Okuyunca onaylarken buldum kendimi sonra bir gün.
Korku acı veriyor. Fiziksel bedende bile kendini bir yerlerde hissettiriyor.
Derin nefesler alıp bedeni rahatlatıyorum. Geçer gibi oluyor.
Ama sonra girdiği kuytudan tekrar çıkıyor.
Ne kadar nefes almak gerekiyor korkuyu yok etmek için?
Derine bakmak, kaynağı bulmak gerekiyor diyor psikolojide uzman bir arkadaşım.
Nasıl bakacağım derine? Yol gösterir misin diyorum.
Zaman alır diyor.
Sen çözüme nereden gideceğimi göster, ne gerekiyorsa yaparım diyorum.
Kendi yolunu kendin bulacaksın diyor.
Sessizlik anlarında büyüyor korkular.
Sessizliği bozayım, kendimle baş başa kalmayayım diyorum.
Televizyonla, dizilerle, filmlerle oyalanayım diyorum.
Bünye alışmamış ki onlara. Biraz oyalanınca uyuşmuş hissediyorum. Kapatıyorum. Geçici bir sarhoşluk sanki. Saçma bi illüzyon. Hayat öyle yaşanmaz diyor iç sesim.
Gerçekler olduğu yerde duruyor. Hiç bir şey değişmiyor çünkü televizyon izlerken.
O zaman, bi şey yapalım diyorum.
Korktuğum şey ne diye düşünüyorum?
Düşünüyorum, alakasız bir sürü yere gidiyor aklım.
Sonra sonra geri dönüyorum.
Görüyorum ki aslında korktuğum şeylerin hiç biri olmamış.
‘Ya olursa’ düşüncesi korkunun acısını bedenime yapıştırıyor.
Midemde bir acı olarak ortaya çıkıyor. Bazen de boğazımda bir düğüm.
Zihnim, en kötü ihtimalleri arka arkaya sıralıyor. Korku artıyor. Acı artıyor.
Oysa bu anımda olan biten hiç bir şey yok.
En sonunda pes ediyorum. Korkunun ecele faydası yok.
Yangının orta yerine atlamaya karar veriyorum. Ne olacaksa olsun diyor içimdeki ses. Hodrimeydan!
Biz neler gördük geçirdik. Bunu da hallederiz.
Alıyorum telefonu ve günlerdir ertelediğim telefon konuşmasını yapıyorum.
Korkunun yarattığı o saldırgan güdülere takılmadan…
Olan oluyor, geçen geçiyor.
Korkuyla geçen günler, bedendeki acı, zihindeki sıkıntı yanıma kâr kalıyor diyeceğim var. Ama böyle kâr olmaz ki!
Her an, her saniye seçimler yapıyoruz. Farkında olarak veya olmadan…
Sınırsız olasılıklar havuzundan bir şeyleri seçip, bu benim gerçeğimdir diyoruz. Diğer sınırsızlıkları elimizin tersiyle iterken.
Televizyonda bir kanal olsun istiyorum. Bu seçimi yaparsam hangi sonuçları olacak, senaryo nereye gidecek izleyeyim. Öbür kanalda da diğer seçimi yaparsam neler olur bir göreyim. Hangisini beğenirsem o seçimi yapayım diyeceğim geliyor.
‘İyi veya kötü yoktur. Her şey değişir. Bugün kötü dediğinin, yarın en hayrına olacak şeyi sana getirmeyeceğini nereden biliyorsun?‘ diyor içimde durmadan konuşan ses.
Asıl sıkıntı her şeyi iyi veya kötü diye etiketlendirme çabasıymış.
Yargılamayı bıraktığın gün özgürleşirsin diyor.
Ben iç sesin yalancısıyım.
Sesi duyuyorum da duymak yetmiyor ki! Beylik lafları herkes eder.
Gel yap bakalım söylediğini diyorum. Ben konuşurum, sen yaparsın diyor.
Bi şey de ben yapmadan oluversin diyeceğim geliyor. Susuyorum.
‘Sadece ol!’ diyor sonra. Sadece olmak nedir diye soracağım geliyor.
Daha sormadan ‘Karmaşık cevaplar arama!’ diyor ses. Hayatın tüm sırları gözünün önünde ve çok basit diyor.
Basit olanı önemsememeyi, karmaşık olanı değerli kılmayı ne ara öğrendik diye düşüyorum. Çocukluğa gidiyor aklım. Hep büyümek istediğim günlere…
İlkokulda matematik basitten başlamıştı. İşler karmaşıklaştıkça çözebilen azalmıştı problemleri. Karmaşık problemi çözünce aferin alırdık, yıldızlı pekiyi alırdık ya ondan herhalde karmaşık olanı değerli sanma halimiz. Pek severdim o yüzden karmaşık olanı çözmeyi. Meğer bünyede alışkanlık yapıyormuş. Fark etmiyor insan. Basit olanı bile karmaşıklaştırma çabasına tutulan insanoğlunun kendine ne büyük işkence ettiğini 30’undan sonra anlamak varmış…
Oysa ben sadece olmak istiyorum. Basit, yalın, olmak…
Kedilere takılıyor gözüm sık sık. Sadece olma halindeler.
Balkonumdaki koltuğuma oturmuş duruyor orada.
Burcu gelir kızar aman dikkatli olayım demiyor.
Daha önce kızmıştı, oturma demişti.
Şimdi yine gelir rahatımı bozar diye endişelenmiyor.
Böyle fazla rahat, ben geleceği düşünüp bi korkayım demiyor.
Orada, tüm benliğiyle basitçe olma halinde.
Örnek alayım diyorum. Uzun süreli olmuyor.
Aşk acısı çeken bir arkadaşımla karşılaşmıştım aylar önce. Anlattıkları gözlerimde yaş olmuştu. Neler yapıyorsun peki bu aralar diye sormuştum. Hiç bir şey, sadece olma halindeyim, just be demişti. Acıyla savaşmayı bıraktım. İşe yaramıyor. Sadece olma halindeyim. İyi geliyor demişti. O gün garipsemiştim. Ben sadece yoga sonrası ‘just be’ye ulaşabiliyordum. Nasıl yapabiliyorsun bunu demiştim. Başka çarem yok. Bu acıyla başka türlü baş edemiyorum demişti.
Korku her yanımı sardığında o konuşmayı hatırladım. Madem korku acı veriyormuş, madem acıyla savaşmanın karşısında, ‘just be’ varmış… Deneyelim dedim kendi kendime. Bu anla bağ kur kızım. Bu anda her şey yolunda. Her şey tam. Her şey bütün. Ya sonra ne olacak diye kaçtı zihnim. Yaşayabileceğin tek an, bu an! ‘Just be’ dedi tekrar iç sesim. Olmamış senaryolara takılıp kendine bir cehennem yaratma! Huzurun anahtarı bu anla bağ kurmakta!
Astrolojik enerjiler karışık bu ara. Neptün’le Satürn’ün cilveleşmesinden toz ve gaz bulutu kalkmış, uzağı göremiyor insan. Göremeyince de üretiyor da üretiyor senaryoları.
Diyeceğim o ki yılın son ayı başlarken çok uzaklara bakmaya çalışma. Bu anla bağ kur.
Üzerine yapışmasından haz etmediğin hisler her ne ise, onlar da geçecek.
Toz ve gaz bulutu elbet dağılacak.
O zaman kadar ‘Just be!’
Burcu Vurkaç
30 Kasım 2015, İstanbul